GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM: Geleceği Zenginlere Yedirmeyeceğiz: Kitlelerin Mücadelesinden Öğrenmek ve Örgütlenmek!

Görmezden gelinen ya da “öncüye ihtiyaç yok” denilen ve kitlelerin kendiliğindenci direnişlerine, artan “kin”lerine parçalı ve düzen içi çözümler önerildiği ve açıktan açığa savunulduğu koşullarda, öncü ve önder olmanın gerekliliğini ancak ve ancak böyle yerine getirebiliriz.

Geride bıraktığımız hafta ülkemizde özellikle hakim sınıflar cephesinde safların daha da netleştiği ve hakim sınıf klikleri arasında çelişkilerin daha da derinleştiğini gösteren adımlara tanık oldu. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı ve orada açıklanan “Geleceği İnşa” projesinin ardından TCMB’nın “faiz indirimi” kararı, Türk hakim sınıfları arasındaki gerilimin son örneğini oluşturdu. Bilineceği üzere Türk hakim sınıfları, “Türk Usulü Başkanlık Rejimi” adı altında biçimsel anlamda bir rejim değişikliğine gitmiş, “tek adam rejimi”yle kendi sınıf çıkarlarını korumak ve sömürülerini daha da artırmak için adım atmışlardı.

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak adlandırılan bu değişiklik kısa bir süre Türk hakim sınıflarının çıkarlarına hizmet etmiş görünse de son yaşanan gelişmeler, bu sistemin Türk hakim sınıfları arasındaki çelişki ve çatışmayı daha derinleştirmiş görünmektedir.

Türk hakim sınıfları arasında sömürüden daha fazla pay alma, devlet olanaklarından daha fazla yaralanma konusunda yaşanan kapışmada büyük bir anlaşmazlık çıktığı görülmektedir.

Son yaşanan gelişmeler “tek adam rejimi” adı altında R.T.Erdoğan’ın Türk hakim sınıflarının bir kesimini temsil eden MÜSİAD’ı önceleyen bir pratik tutum içinde olduğunu göstermektedir. Bu pratik tavır ise Türk hakim sınıflarının, komprador büyük sermayenin temsilcisi konumunda olan TÜSİAD’ı önemli ölçüde endişelendirmiş görünmektedir. Nitekim R.T.Erdoğan’ın doğrudan emrindeki TCMB’nin faiz indirimi kararından önce yapılan TÜSİAD toplantısında öne çıkan açıklamalar ve “uyarılar” buna işaret etmektedir.

R.T.Erdoğan komprador büyük burjuvazinin bu uyarılarına, TCMB aracılığıyla faiz indirimi kararıyla “cevap” verdi. Bu durum açıktan MÜSİAD’ı kollayan bir adımdı. TCMB’nin bu kararı beraberinde Türk Lirası’nın (TL) uluslararası rezerv para olarak kabul edilen yabancı para birimleri karşısında “tarihi” değer kaybına yol açtı.

R.T.Erdoğan’ın “iyi bir ekonomist” olarak(!) “faiz sebep enflasyon netice” olarak ifade edebileceğimiz görüşü doğrultusunda TCMB’nin faizleri düşürme politikası MÜSİAD’ı gözeten bir yaklaşım olarak şekillense de diğer taraftan ülkeye emperyalist mali sermayenin girişini sınırlamakta ve özellikle de büyümek için emperyalist sermayeye ihtiyacı olan komprador Türk büyük burjuvazisini daha da kaygılandırmış bulunuyor.

Endişenin büyüklüğünü R.T.Erdoğan’ın en büyük destekçilerinden biri olarak gösterilen ve bir dönem faiz indirimini “Merkez Bankası’nın faiz indirimi hem bankaların fonlama maliyetini hem de mevduat faizlerini düşürecek” (26.07.2019) açıklamasıyla savunan TOBB Başkanı R. Hisarcıklıoğlu’nun da yaşanan gelişmeler karşısında “Merkez Bankası’nın faiz indirimi kararı sonrası hem uzun vadeli faizlerin hem de döviz kurlarının artması reel sektörümüzü tedirgin etmektedir” açıklamasında da anlaşılabilir. (22.10.21)

Her iki açıklama arasındaki fark hakim sınıflar arasındaki çelişkileri ve yaşanan saflaşmayı da göstermektedir. Bir dönem R.T.Erdoğan’ın arkasında saf tutan TOBB da dahil olmak üzere önemli bir sermaye kesiminin TÜSİAD’ın arkasında yedeklendiği görülmektedir.

Bu durumun farkında olan TÜSİAD, “Geleceği İnşaa” raporuyla ön almaya çalışıyor. Pandemiyle birlikte yaşanan ekonomik krizin daha da derinleşmesi, yüksek enflasyon nedeniyle halkın alım gücünün düşmesi, artan yoksullaşmayla birlikte “tek adam rejimi”ne yönelik artan tepkileri kendi sınıfsal çıkarlarının arkasında yedeklemek istiyor.

Emperyalistler yeni sürece hazırlanıyor!

Burjuva feodal siyaset içinde AKP-MHP’nin oluşturduğu “Cumhur İttifakı”nın kitle desteğinin azalmasına paralel, geniş kitlelerin düzene olan tepki ve öfkesini görüyor. Örneğin Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO) Yönetim Kurulu Başkanı Ender Yorgancılar: “Enflasyon ile birlikte yüksek gıda fiyatları ile doğalgaz, elektrik ve petrol fiyatlarının artışı, yoksullaşma ile olası toplumsal tepkileri beraberinde getirebilecektir” uyarısında bulunuyor. (23 Ekim)

İktidarın kitle desteğinin azalmasına paralel burjuva muhalefetin oy oranları aynı oranda yükselmiyor. Kitlelerin önemli bir kesiminin kararsız olması, burjuva muhalefete de güvenmemesi, iktidarın asıl sahiplerinin öne çıkmasına neden oluyor.

Komprador büyük burjuvazi açıkladığı “Geleceği İnşa” raporuyla “Millet İttifakı”na ön açıyor. Deyim yerindeyse burjuva muhalefetin “ekonomi programını” açıklıyor.

Türk hakim sınıfları düzenin yeniden restorasyonunu en az hasarla gerçekleştirmek istiyorlar. Kitlelerin düzene yönelik tepki ve öfkesini yeniden düzen içi siyasete kanalize etmenin yollarını arıyorlar. Bunun en önemli göstergesi, burjuva muhalefet temsilcisi partilerin “tek adam rejimi”ne karşı, yeniden parlamento maskeli faşizminin restorasyonunu öneriyor olmalarıdır. Adına da “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” demektedirler.

Türk hakim sınıfları arasında ve burjuva siyasette yaşanan bu gelişmeleri gören emperyalist kapitalistler ise kendilerini “yeni sürece” göre konumlandırmanın adımlarını attıklarının örneklerini veriyor. Dış siyasette birbiri ardına TC’yi doğruda ilgilendiren kararların alınması bununla ilgilidir. Örneğin Avrupalı emperyalistler, Avrupa Birliği Komisyonu’nu aracılığıyla açıkladıkları 2021 ülke raporuyla Türkiye’yi, Suriye’de ilk kez “işgalci güç” olarak tanımlanıyor. (20 Ekim)

Hemen ardından Türkiye’de görevli on ülkenin büyükelçisi faşizmi “Osman Kavala Davası” için açıktan açığa uyarıyorlar. Uluslararası Mali Eylem Görev Gücü (FATF), Türkiye’yi “kara para aklama” ve “terörizmin finansmanı ile mücadele” konusunda yeterince çaba göstermeyen ülkelerin bulunduğu “gri liste”ye alıyor. (21 Ekim)

Gerçekte emperyalistler TC faşizminin özellikle Suriye savaşında cihatçı çeteleri en başından beri “eğitip-donattığı”, onları lojistik olarak desteklediğini bilmiyor değillerdi. Çünkü “terörü finanse etme” işini birlikte gerçekleştirmişlerdi. Bu kararın şimdi alınıyor olması emperyalistlerin iç siyasette yaşanacak değişim beklentileriyle ilgilidir.

Emperyalist merkezlerde TC ile ilgili birbiri ardına alınan bu kararlara son olarak ABD 2 Nolu Temyiz Mahkemesi’nin Halkbank’ın “devlet dokunulmazlığı” itirazlarını reddetmesi ve yargılama izni vermesi ekleniyor. Kararda Halkbank’ın kara para aklamadan yargılandığı hatırlatıldı ve bu eylemlerin devletlerarası değil ticari olduğu vurgulandı. (22 Ekim)

Bütün bu gelişmeler Türk hakim sınıflarının ve TC’nin iç siyasetine doğrudan etkide bulunurken özellikle ekonomik krizin daha da derinleşmesine neden oluyor. Türk Lirasının değer kaybetmesi daha da artıyor. Emperyalist mali sermayeye göbekten bağımlı Türk hakim sınıfları arasında sömürüden daha fazla pay alma, devlet olanaklarından daha fazla yararlanma dalaşı beraberinde sadece hakim sınıflar arasında çelişki ve çatışmayı getirmemektedir.

İzlenen ekonomi politika ve alınan kararlar doğrudan doğruya işçi sınıfı ve emekçi halkın yaşam koşullarını etkilemekte, alım gücünü düşürmekte, yoksulluğu ve işsizliği daha fazla artırmaktadır.

Hakim sınıflar dalaşırken fatura halka kesilmektedir

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir. R.T.Erdoğan’ın izlemiş olduğu ekonomi politikası bilinçsiz değildir. Diğer bir ifadeyle beceriksizlikle açıklanmamalıdır. R.T.Erdoğan temsil ettiği hakim sınıf kliğinin (özellikle MÜSİAD’ın) sınıfsal çıkarlarını savunmaktadır.

Bu sınıfsal çıkarları savunduğu için de son olarak “faiz indirimi” emri vermiştir. R.T.Erdoğan’ın bu emriyle TL dolar karşısında 2021’de yüzde 23 değer kaybederek, “değer kaybı ligi”nde dünya lideri olmuş durumdadır! TL sadece dolar karşısında değil diğer uluslararası rezerv paralar karşısında da değer kaybetmiş durumdadır. Bu noktada önemli olan uluslararası rezerv paraların değer kazanmasından ziyade, TL’nin değerini azalmasıdır. Paranın pul olmasıdır.

TL’nin değer kaybetmesi ise özelde emekçilerin (“maaşlarını dolarla almadıkları” için!) genelde ise halkın yaşam koşullarını doğrudan etkilemektedir. TL’nin değer kaybetmesi beraberinde emekçilerin ücretlerini erimesine neden olmaktadır. İktidarın faiz indirimleri emekçilerin ve halkın alım gücünün düşmesi, yüksek enflasyon, derinleşen yoksulluk, artan ve sürekli hale gelen işsizlik olarak ortaya çıkmaktadır. TL’nin değerinin düşmesi ve döviz kurundaki yükseliş sabit ücretlilerin alım gücünü her geçen gün yok ediyor.

Dolar kurundaki yükseliş ile asgari ücret 2006 yılından bu yana ilk kez 300 doların altına düşmüş durumdadır.

Örneğin iktidarın son faiz indirimi sonrasında Dolar kurunun 9.65 lira olmasıyla asgari ücret 292 dolara gerilemiş durumdadır. Bunun anlamı asgari ücretlinin gelirinin bir günde 13 dolar erimesi demektir. Zaten açlık sınırında olan asgari ücretin açlık sınırının da altına düşmesi demektir.

TL’nin değerinin erimesi üretim maliyetlerine de yansımaktadır. Bu durum üretilen metalardan, kullanılan benzin, doğalgaz, elektrik vb. kısacası her alanda yeni zamların yapılmasına neden olmaktadır. Zaten yüksek olan enflasyon nedeniyle düşük olan emekçilerin ve halkın alım gücünün daha da düşmesine yol açmaktadır. Bu durum yoksulluğun artmasının yanında giderek açlığında kitleselleşmene neden olmaktadır.

Hakim sınıfların bu dalaşı ve atılan adımlar, emekçileri ve halkı daha da fakirleştirmekte, TC’nin toplam dış borcunun daha da artmasına neden olmaktadır. Bunun faturasının önümüzdeki süreçte başta vergilerin artırılması olmak üzere, kamu hizmetlerinin zamlanması gibi önlemlerle emekçi halka mal edileceği açıktır. TC faşizminin önümüzdeki yıl 32.7 milyar doları kamu kesimine ait olmak üzere 103.5 milyar dolar dış borç ödemesi bulunmaktadır.

Kamunun TCMB dâhil toplam 206.9 milyar dolar dış borcu vardır. Buna 33.5 milyar dolar döviz cinsi iç borcu ekleyince 240.4 milyar dolar etmektedir. Diğer bir ifadeyle doların 10 kuruş artışıyla sade yurttaşların cebinden 24 milyar lira para çıkmaktadır. Kısacası dolar kurunun yükselişi emekçi halkı daha fazla borçlandırmaktadır.

Ekonomik alanda bütün bu gelişmeler yaşanırken elbette “birileri” kazanmaktadır. TL’nin değerinin düşmesi ve doların yükselmesi en çok dolar sahiplerinin memnun etmektedir. Yurtiçinde yerleşiklerin mevduat hesaplarında toplam 262.2 milyar dolar bulunmaktadır.

Bu mevduat sahipleri dolar kurundaki 40 kuruşluk artıştan 104.9 milyar lira zenginleşmiş durumdadır. Bankalarda bulunan paranın yüzde 57.2’sinin 1 milyon lira üzerinde mevduat olan milyonerlerin hesaplarında olduğu düşünülürse kurdaki artışın tek sevindirdiği kesim burjuvalardır. Sistemin gerçek sahipleri bunlardır ve halkın yoksullaşmasından zenginleşmektedirler.

Halk kitlelerinde politikleşme artıyor

TC faşizmi uyguladığı ekonomi politikalarıyla zenginleri daha zengin emekçileri ve halkı daha da yoksullaştırırken hazırladığı 2022 Bütçesi’yle bu yönelimini sürdürmektedir. Faşizm 2022 bütçesiyle işçi sınıfı ve halka daha fazla yoksulluk ve açlık vaat etmektedir.

Bu somut gerçeklik beraberinde işçi sınıfında ve halk kitlelerinde düzene olan tepkiyi ve öfkeyi de biriktirmektedir. Bu tepki nedeniyle işçi direnişleri, hak alma eylemleri artmaktadır. Örneğin işçi ve emekçiler, İstanbul-Kartal’da olduğu gibi sarı sendikalardan bağımsız olarak miting örgütlemektedir. Yine çarşı-pazarda, sokakta emekçiler ve halk kendilerine dayatılan yoksulluğa, hayat pahalılığına, zamlara, açlığa ve işsizliğe isyan etmektedir.

Yaşanan ekonomik kriz, hayat pahalılığı ve artan yoksulluk kendiliğinden bir bilinç oluşturmakta, kitleler giderek politikleşmektedir. Bu bir ajitasyon cümlesi değildir. Örneğin pandemi sürecinin başlangıcında “Evde Kal” çağrılarına yanıt olarak “Beni virüs öldürmez, senin bu düzenin öldürür” diyen ve “siyasetle ilgilenmediğini” açık açık söyleyen tır şoförü Malik Baran Yılmaz gelinen aşamada ise; “Eskiden, abi sen milletvekili değilsin, başkan adayı değilsin, niye siyaset tartışırsın ki derdim. Şu an bir kişinin muhakkak siyasi düşünceye sahip olması gerektiğini düşünüyorum. … En ufak bir bireyle bile mücadele etmeye çalışmalarına, insanları dost, vatandaş değil, düşman olarak görmelerine bu sefer bayağı sinirlendim, kin beslemeye başladım. … Siyasetle işi gücü olmayan Malik’i bu hale getirdiler” demektedir. (18 Ekim)

Sistem sahipleri kendi düzenlerine karşı gelişen bu “kin”in farkındadırlar. Tam da bu farkındalık nedeniyle sokakta hakkını arayan her kesimden insana azgın bir faşist terörle saldırmakta, polis ve yargıyı devreye sokmaktadırlar. Ya da örneğin büyükelçileri “istenmeyen kişi” ilan edip, güç gösterisiyle ön almaya çalışmaktadır.

Faşizm içte yaşanan bu politikleşmeye ve kendisine yönelen “kin”e karşı yine bildik “ulusal çıkar” ve “beka” demagojisini devreye sokmakta, Rojava’ya dönük işgal tehditleri savurmakta, Suriye’ye yönelik savaş tezkeresini uzatmak için meclise getirmektedir. Burjuva muhalefeti bir kez daha kendi arkasında yedeklerken, “terörle mücadele” propagandalarıyla, halkta oluşan politikleşmeyi geriletmek, şovenizm ve din maskesiyle hedef saptırmak istemektedir.

Bu koşullar altında bizlerin görevi politikleşen halk kitleleriyle daha fazla ilişkilenmektir. Bir polemikle yeniden gündeme gelen Başkan Mao’nun ifadeleriyle kitle denizinde “suda balık” olmalıyız. Ancak sadece “balık” olmamız yetmez. Aynı zamanda kitlelerin mücadelesinden öğreneceğiz.

Sadece kitlelerin mücadelesinden değil, gericilerin ve elbette düşmanın pratiklerinden de öğreneceğiz. Öğreneceğiz ki birleşik devrimci mücadeleyi daha da yükseltelim, tek tek “kin”leri ve parça parça gelişen kendiliğinden mücadeleleri ortak düşmana karşı örgütleyip yönlendirebilelim.

Görmezden gelinen ya da “öncüye ihtiyaç yok” denilen ve kitlelerin kendiliğindenci direnişlerine, artan “kin”lerine parçalı ve düzen içi çözümler önerildiği ve açıktan açığa savunulduğu koşullarda, öncü ve önder olmanın gerekliliğini ancak ve ancak böyle yerine getirebiliriz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu