GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Herkes “Terörist”se, Bütün “Terörist”ler Birleşin!

"Tüm yok saymalara, görmezden gelmelere karşı, fırtınayı yaratacak damlalarla daha fazla buluşmalı, dahası gelecek fırtınaya olabildiğince hazırlanmalıyız. Dünde devrimci görevimiz buydu, bugün de budur ve gelecekte olacak olanda budur."

Her geçen gün kapitalist emperyalist sistemin gerçek yüzünü daha fazla açık eden gelişmelere tanık oluyoruz. Korona pandemisinin ardından yaşanan iklim krizi tartışmaları ve son olarak Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu’nun (The International Consortium of Investigative Journalists / ICIJ) Pandora Papers ismiyle yayınlamış olduğu belgeler, kapitalist emperyalist sistemin işleyişine ve gerçek yüzüne dair önemli veriler sundu.

Dünya çapında 117 ülkeden 600’den fazla gazeteci, 12 milyon belgeyle yaptıkları haberlerle, bir kez daha sınıflı toplum gerçeğini gözler önüne sererken, sömürenlerin sömürdükleri servetleri nasıl kaçırdıkları ve bu haksız kazançlarını “vergi cenneti” denilen finans kurumlarında nasıl “akladık”larını ortaya koyuyor.

Yayınlanan belgelerde, 91 ülke ve bölgede 35 mevcut ve eski dünya liderinin, 330’dan fazla politikacı ve kamu görevlisinin, spor, medya, müzik sektörlerinde faaliyet gösterenlerin, dolandırıcı ve katillerin işçi sınıfından ve emekçi halktan çaldıklarını nasıl kaçırdıklarını ve “yatırım” yaptıklarını gözler önüne serdi. Sadece zenginlerin servetini yöneten 14 finans kurumundan sızan bilgiler bile dünyada vergilendirilmemiş servetin boyutunun ne denli büyük olduğunu gösteriyor.

Bu durum bile burjuvazinin işçi sınıfını ve emekçi halkları azgınca sömürmesinin yanında kendi koyduğu kurallara bile uymadığını, daha fazla kazanç uğruna nasıl bir sömürü çarkı kurduğunu göstermektedir.

Yayınlanan Pandora belgelerinde Türkiye’den de 220 kişinin adı olduğu ifade edilmektedir. Türkiye’de her türlü ihale yolsuzluğu, rüşvet, sömürü ve yağmadan elde ettikleri serveti yurtdışına kaçıran ve bu anlamıyla haksız kazanç elde eden kişiler tanınmış simalardır. Bu sömürü ve talan çarkının nasıl işlediğine ve elde edilen haksız kazancın boyutuna dair, AKP-MHP faşizminin “gözde” şirketlerinden Rönesans Holding’in faaliyeti örnek olarak verilebilir.

Sadece kamuya açıklanan ihalelerin detaylarına göre son beş yılda yaklaşık 16 milyar liralık 10 ihale alan Rönesans Holding’in Pandora Papers belgelerine göre vatandaşların vergileriyle ödenen kamu projelerinden elde ettiği kârın bir kısmını vergiden kaçınmak için Britanya Virjin Adaları’na aktardığı anlaşılmaktadır.

Covar Trading Ltd.’nin hesaplarını yöneten İsviçreli Kendris Ltd. firmasının 30 Haziran 2017’de hazırladığı rapora göre Covar Trading Ltd.’nin hesaplarına 2015’te 105 milyon 524 bin 132 ABD doları girdiği görülmektedir. Ve raporda aynı yıl 105 bin 484 bin 952 doların “bağış” adı altında şirket hesabından çıktığı görülmektedir.

Raporda bu bağışın nereye gittiğinin bilinmediği ifade edilse de bu paranın Rönesans Holding tarafından kendilerine “ballı ihale” sağlayanları gördüğü, halkımızın deyimiyle “sakal parası verdiği” anlaşılıyor. Daha açık ifade edersek Rönesans Holding kendisine verilen kamu ihaleleri karşılığında, AKP-MHP iktidarına ve elbette iktidarın başındaki R.T.Erdoğan’a “bağış” yaptığı anlaşılmaktadır.

İşçi ve emekçilerden doğrudan ve dolaylı olarak toplanan vergilerle Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı inşa eden Rönesans Holding’in toplamda vergi cennetine 210 milyon dolar aktardığı görülmektedir. Rönesans Holding kendisine sağlanan bu ayrıcalık karşılığında, ayrıcalığı yapanları da görmüş ve onlara “bağış”ta bulunmuştur. Bahsi edilen paranın % 40’lık gelir vergisi ödenmiş olsa, hazinenin kasasına yaklaşık 750 milyon TL gireceği ifade edilmektedir. Kısacası çok katmanlı bir vurgun, yağma, rüşvet, yolsuzluk ve haksız kazanç durumu söz konusudur.

 

Sömürü derinleştikçe saldırılar artıyor: Herkes terörist!

Elbette Pandora belgelerinde ortaya serilen gerçeklik yeni değildir. Hatta daha önceden de benzer belgeler kamuoyuna açılmış ve yoğun olarak tartışılarak tüketilmiş ve belli bir süre sonra gündemden düşmüştü. Şimdi de benzer bir durum yaşanacağı öngörülebilir. Bu noktada önemli olan ilericilerin devrimcilerin, sınıf bilinçli işçilerin tavrıdır.

Türk hakim sınıfları ve onların temsilcileri, sınıfsal çıkarları gereği bu tür yöntemlere sıklıkla başvurmaktadırlar. TC’nin bir “çökme” rejimi olduğu, sömürü, yağma, talan, yolsuzluk, rüşvet ve haksız kazanca dayanan bir düzen olduğu her gün yaşanan pratiklerle ortaya konulmaktadır. Bu, dün bir mafya elebaşısının itiraf ve ifşalarında görüldüğü gibi bugün de Pandora belgelerinde bir kez daha gözler önüne serilmektedir. Burada önemli ve belirleyici olan, bu gerçekleri devrimci ajitasyon ve propagandanın konusu haline getirmek, kitlelerle kurulan ilişkide bu gerçekleri ısrarla anlatmaktır.

TC ekonomisinin bir kriz içinde olduğu bilinmektedir. Kriz derinleştikçe, sömürü arttıkça hakim sınıfların aldıkları pay azalmakta ve bu onları kendi sınıf çıkarları adına daha saldırgan yapmaktadır. Bunun son örneğini İstanbul’da kağıt toplama işçilerine yapılan saldırılarda görmekteyiz. Faşizmin kağıt toplama işçilerine yönelik saldırısında yüzlerce işçi gözaltına alınmış, üç işçi gözdağı vermek için tutuklanmış, çekçek arabalarına el konulmuş, barındıkları derme çatma kulübeler yakılmıştır. Gerekçe ise kağıt toplama işçilerinin “kamu güvenliğini tehlikeye atma”ları ve “haksız kazanç” elde etmeleri olarak açıklanmıştır.

Tam da Pandora belgelerinde ülkemizden 220 büyük hırsızın bulunduğu ve haksız kazanç sağladığı ortalığa saçılmışken sabahtan akşama kadar çöpten ekmeğini kazanmaya çalışan insanlara yönelik “haksız kazanç” suçlamasıyla operasyon ve tutuklama gerçekleştirilmesi son derece anlamlıdır. Bizlere çıplak bir devlet gerçekliğini göstermektedir.

Benzer bir durum barınma ve burs hakkı için taleplerini yükselten üniversite öğrencilerine yönelik saldırıda da yaşanmaktadır. Öğrenci gençlik son derece haklı ve meşru bir talep için mücadele ederken, iktidar tarafından “terörist” olarak hedef gösterilmekte, “yeni Gezi hazırlığı” olarak tanımlanmaktadır.

Bu doğrudan hedef gösterilme sonucunda, öğrenci gençliğin eylemlerine saldırılmakta, işkenceli gözaltılara tabi tutulmaktadır. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kayyum rektöre yönelik eylemleri sürerken, bizzat R.T.Erdoğan tarafından öğrenciler “terörist” olarak hedef gösterilmektedir. Bu hedef göstermenin hemen ardından harekete geçen kolluk ve yargı öğrencileri tutuklamaktadır.

TC’ye biat etmeyen, şu veya bu şekilde mücadele eden, taleplerini dillendiren herkes “terör” ve “terörist”likle itham edilmektedir. Bu faşist akıl tutulmasına son olarak Devlet Bahçeli’de dahil olmuş ve “bölücü kebapçılar”ı hedef göstermiştir. İşin daha da ilginci, iktidar ortağı D. Bahçeli, yaşanan ekonomik krizin, işsizliğin, yoksulluğun nedeni olarak “bölücü kebapçıları” göstermektedir.

Bahçeli’nin daha önceki benzer açıklamaları bilinmez değildir. Mesele faşist bir kafanın heyezanları olarak değerlendirilmemelidir. Bu faşist kafanın kendilerine biat etmeyenleri “terörist” olarak itham edip hedef göstermesi yeni değildir. Ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk ve alım gücünün düşmesi karşısında kitlelerin iktidara yönelik tepkisi ve öfkesi böyle faşist zorbalıkla bastırılmak istenmektedir. Faşizm, yeni Gezi’lerden çekinmektedir. Bu nedenle bir yandan, öğrenci gençliğe yönelik doğrudan hedef göstermeler ya da “bölücü kebapçılar” örneğinde olduğu gibi psikolojik propagandayı ısrarla sürdürmekte, diğer yandan kolluk ve yargı aracılığıyla tutuklama saldırılarını sürdürmektedir. Faşizmin “yeni Gezi”lerden çekindiğini yeniden açılan ve “Çarşı Davası” ile birleştirilen yeni “Gezi Davası”ndan da anlaşılabilir.

Faşizm saldırısını sadece kolluk ve yargıyla sürdürmüyor. Aynı zamanda dini propagandayı daha da yoğunlaştırıyor. Kitlelerde devlete karşı biriken öfke ve tepkiyi bir kez daha “din” silahıyla etkisizleştirmek istiyor. Ayasofya’nın kılıçla camiye çevrilmesinden, Diyanet İşleri Bakanlığı’nın devlet protokolünde ön sıralara yükseltilmesinden, Yargıtay açılışında verilen fotoğraftan, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın açıklamalarına kadar bir dizi gelişmenin nedeni budur.

Bu gelişmelere paralel Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan ödenek bir önceki yıla oranla 1 milyar 458 milyon lira artırılarak 12 milyar 977 milyon liraya yükseltiliyor. Böylece Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi Dışişleri, İçişleri, Enerji, Kültür, Ticaret ve Sanayi bakanlıkları dahil olmak üzere 7 bakanlığın ve 12 başkanlığın bütçelerini geride bırakmış bulunuyor. Bu örnekler sistemin sadece kolluk ve yargı değil aynı zamanda “ideolojik” anlamda kitlelerin isyan ve öfkesine hazırlandığı anlamına geliyor.

 

Faşist saldırılar krizi derinleştiriyor!

Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum, yaşanan ekonomik krizin, yoksulluğun ve işsizliğin giderek derinleşmesi faşizmin resmi kurumlarının açıklamalarında da artık gizlenemiyor. Her şey bir yana son olarak açıklanan resmi Eylül ayı enflasyonu bile % 20’lere karşılık geliyor. TÜİK’e göre enflasyon Eylül ayında % 1.25 artarak yıllık % 19.58 olduğunu açıklarken Enflasyon Araştırma Grubu’na (ENAG) göre, Tüketici Fiyat Endeksi Eylül ayında % 2.89, 12 aylık artış oranı ise % 44.70 olarak gerçekleştiği belirtiliyor.

Faşizmin kendi rakamlarında bile enflasyonun bu kadar yüksek olması, hakim sınıfların çıkarlarını gözeten ekonomi politikaları nedeniyle döviz kurunun yükselmesi, Türk Lirası’nın değerinin düşmesi ve halkın alım gücünün azalmasına yol açıyor. Diğer bir ifadeyle halkın daha fazla yoksullaşması, nüfusun neredeyse yarısının açlık koşulları altında yaşam mücadelesi vermesine neden oluyor. Başta ücretli çalışanlar olmak üzere halkın geniş kesimlerinin alım gücü giderek daha da azalmakta, kitleler giderek daha da yoksullaşmakta, buna karşılık olarak ise zenginler daha da zenginleşmektedir. Böylelikle gelir dağılımındaki adaletsizlikte gitgide daha da artmaktadır. Bu gerçeklik ise ülkemizde sınıfsal çelişkilerin daha fazla derinleşmesine ve keskinleşmesine neden oluyor.

Halk derin bir yoksulluğa, açlığa ve işsizliğe mahkum edilirken, saray ahalisinden halka “tasarruf önlemleri” yapılıyor. “İtibardan tasarruf etmeyen” Emine Erdoğan’ın 2015 yılında verdiği bir röportajda mutfakta tasarruf için “mangonun kurutulup saklanması” önerisi yapıldığı açığa çıkıyor. Dahası halktan toplanan vergiler, emperyalistler arası çelişkiden yararlanmak uğruna har vurup harman savurulmaktadır. En yakın örnek, Rusya’dan alınan S-400 savunma füzelerinin başına gelenleridir. AKP-MHP iktidarı, ABD’nin tepkisi ve yaptırım kararı karşısında milyarlarca dolarlık parayla satın aldığı füzeleri aktifleştirememiş ve hangarlarda çürümeye terk etmiştir.

AKP-MHP dış politikada iki emperyalist güç arasındaki çelişkilerden yararlanma siyasetini, tam bir kasaba tüccarı gibi ısrarla sürdürmektedir. Üstelik bunu yalanlarla gerçekleştirmektedir. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, Rusya dönüşü gazetecilere yaptığı açıklama da “ABD ya F-35’lerimizi verecek ya da parayı” 1.4 milyar dolar ödeme yapıldığını belirtip eklemişti: “Biz elimizde bol para var da bunları etrafa saçan bir ülke değiliz. Bu paraları da kolay kolay kazanmadık, kazanmıyoruz.” (30 Eylül)

R.T.Erdoğan’ın bu açıklamaları yaptığı ve bu vb. başlıklı haberlerin medyada yayımlanıp ABD’ye rest çekildiği aynı günde R.T.Erdoğan’ın 40 adet F-16 satın almak için Washington’a teklif mektubunu onayladığı öğreniliyor. (9 Ekim) TC’nin talep ettiği edilen F-16’lar ve modernizasyon kitlerinin değerinin yaklaşık 10 milyar dolar olduğu anlaşılıyor.

Kısacası halk ekonomik krizin daha da derinleştiği koşullarda ekmeğe ve kuru soğana muhtaç hale gelirken, yarınımı nasıl çıkaracağım diye düşünürken Türk hakim sınıfları ve onların temsilcileri bir yandan halktan çaldıklarını yurtdışına kaçırırken diğer yandan ise kendi iktidarlarını korumak için emperyalistlere milyarlarca dolarlık silah siparişi veriyorlar.

Öğrenci gençliğin barınma ve burs gibi en haklı ve meşru talebine yanıt olmayı bırakalım, onları terörist ilan ederek saldıran, atık kağıt işçilerinin çöpten kendi geçimlerini sağlamalarına bile tahammül edemeyen rejim sahipleri, bir kez daha ABD’nin kapısını çalmakta ve halktan soydukları milyarlarca doları emperyalist silah tekellerine peşkeş çekmektedir.

Türk hakim sınıfları ve onların temsilcileri iç politika da sıkıştıkça dışarda emperyalistlerden yardım istemekte, onlarla görüşmek için deyim yerindeyse kırk takla atmaktadırlar. Bunun yanında emperyalistlerin destek ve onayını almak içinde milyarlarca dolarlık silah siparişi vermektedirler.

Türkiye nüfusunun yarıya yakının açlık koşullarında yaşamak zorunda bırakıldığı koşullarda, bir avuç asalak halktan çaldıklarını yurtdışına çıkarıp servetlerine servet katarken, işçi sınıfı ve emekçi halk açlığa, işsizliğe, yoksulluğa mahkum edilmekte, sefalet koşullarında yaşamak zorunda bırakılmaktadır. İşte bu objektif gerçeklik gerçek terörizm hakim sınıfların saldırısı, gerçek teröristlerin ise hakim sınıfın her düzeyde temsilci olduğunu göstermektedir. Evine ekmek götüremeyen, çocuğuna yeni pantolon almadığı için intihar eden, işsizlik ve yoksulluktan dolayı canına son verenlerin olduğu koşullarda gerçek katillerin, hırsızların, soyguncuların ve vurguncuların kim olduğu açık değil midir?

 

Direnişin sürdüğü koşullarda devrimci görevler

Koşulların giderek daha da ağırlaştığı durumda ise ağzını açının üzerine binlerce polisi yığmakta, yargı aracılığıyla tam bir terör estirilmektedir. Buna rağmen işçi sınıfının, emekçi halkın, kadınların, LGBTİ+’ların, öğrenci gençliğin, köylülerin, Kürt ulusunun ve Alevi inancına mensup halkımızın alttan alta sürdürülen direnişi ise sürmektedir. Kitlelerin düzene ve kendilerine dayatılana öfkesi ve tepkisi, tıpkı Gezi İsyanı’nda olduğu gibi kitlesel ve yaygın bir başkaldırıya dönüşmemekle birlikte, damlalar birikmekte, fırtınaya dönüşme hazırlığı yapmaktadır.

Her itiraz edenin, her hakkını arayanın, her direnenin “terörist” ilan edildiği koşullarda, bütün “terörist”lerin mücadelelerini birleştirmekten ve faşizme karşı onun anladığı dilden yanıt olmaktan başka çare yoktur. Hakim sınıfların ve onların temsilcilerinin her ilki kliğinin birbirlerine yönelik “seçim” gündemli giderek yükselen politik dalaşına karşı, birleşik devrimci mücadele güçlerinin sürdürdüğü kampanyanın yerellerde daha fazla kitleye ulaşması ve dahası kampanyanın daha görünür olması gerekmektedir.

Özellikle reformist sol içinde, birleşik mücadele güçlerinin ilanı ve çıkışından sonra yaşanan gelişmeler, ortaya atılan tartışmalar ve dahası gözle görülür biçimde Birleşik Mücadele Güçlerinin çalışmalarının yok sayılması, görmezden gelinerek sessizlikle geçiştirilmesi son derece anlamlı olduğu kadar dikkat çekicidir.

Birleşik mücadele güçleri tam da kitlelerin attan alta sürdürdüğü mücadelenin ortak bir mecrada buluşması, birleşik devrimci bir direniş hattının örülmesi ve bu anlamıyla faşizmi gerçek anlamda zorlayacak bir kulvara sokulması gerekliliği ve bilinciyle kurulduğu, çalışmalarını bu doğrultuda sürdürdüğü bilinmiyor değildir. O zaman tüm yok saymalara, görmezden gelmelere karşı, fırtınayı yaratacak damlalarla daha fazla buluşmalı, dahası gelecek fırtınaya olabildiğince hazırlanmalıyız. Dünde devrimci görevimiz buydu, bugün de budur ve gelecekte olacak olanda budur.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu